Coğrafi keşifler, sömürgecilik faaliyetleri ve sanayi devriminin tarih üzerinde yarattığı kırılmalar, batı emperyalizminin veya hegemonyasının inşasını sağlayan faktörlerden bazılarıdır. Sömürü ve işgal politikaları, batı düzeninin 19. ve 20. Yüzyıla damga vurmasını sağlamış, buna karşın Asya ve Afrika coğrafyalarını yıkımların eşiğine getirmişti. ABD ve Batı Avrupa merkezli kapitalizm faaliyetlerinin, başlı başına sömürü ve kan politikaları üzerine inşa edilmiş kavramlar olduğu düşüncesi, günümüzde artık su götürmez bir gerçek olarak kabul edilir. Hedef haline getirilen ülkelerin ve coğrafyaların yıkımına yol açan, sınırları değiştiren, toplumları birbirine düşürten ve milyonlarca insanın kanını ve emeğini sömüren bu düzen, yakın çağların en büyük canavarı olarak tarih sahnesindeki yerini almıştı. Uzun yıllar boyunca, dünyanın dört bir yanındaki kitleler, başkalarının menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda çalıştılar, sömürüldüler ve birbirlerini kırdılar. Dünyanın büyük çoğunluğu fakirleşirken, sistemin anahtarını elinde tutan kitle zenginleşti ve güçlendi.
Günümüzde kapitalizmin ve emperyalizmin kaynağını sadece birkaç ülke ile ilişkilendiremeyiz. Küresel politikalar ve çok uluslu şirketlerin faaliyetleri sonucunda, mevcut sistem tüm dünyayı ve toplumları kuşatan bir mekanizma halini aldı. Neredeyse tüm toplumların ve kitlelerin, en küçük hücrelerine kadar nüfuz eden bir küresel aygıt haline dönüştü. Gelişmemiş veya gelişememiş ülkelerin yanı sıra, en gelişmiş ülkeler ve toplumlar dahi, bu sistemin sancılarını kendi şartlarında çekmekteler. İşin trajikomik yanı, kapitalizmin ve emperyalizmin kaynağını oluşturan toplumlar dahi günümüz dinamiklerinden rahatsız durumdalar.
Dünya üzerinde resmi anlamda kölelik kavramı ortadan kalkmış olsa da, çağın mevcut dinamikler doğrultusunda yarattığı “modern kölelik” kavramı geçerliliğini sürdürüyor. Günümüz dünyasında, başkalarının zenginleşmesi ve güçlenmesi için karın tokluğuna yaşamaya zorlanan milyarlarca insan bulunmaktadır. Sistemin kısır döngüsü içine hapsedilen, umutları ve emekleri sömürülen, yozlaşmış ve çürümüş dünya düzeninin köleleri haline getirilmiş kitleler bulunmaktadır. Bu kitleler, modern çağın uyuşturucularıyla o derece sersemletilmiştir ki, çoğu zaman içinde bulundukları durumun farkında bile olamazlar. Yıkımın ve kırılmanın eşiğine gelmiş ülkeleri adına bir şeyler yapmak yerine, kendilerini televizyonla avutmayı tercih ederler. Sömürü sisteminin kendileri için ördüğü duvarları çoğu zaman aşamazlar ve boyun eğerler. İşin ilginç yanı, bu gerçeklik gelişmiş ülke toplumlarını da kapsamaktadır. Gelişmemiş ülkelerde çıkarlar kan ve gerilim politikaları üzerinden sağlanırken, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, psikolojik motivasyon ve yönlendirme teknikleri ile sonuca ulaşılır. Dünyanın neresine giderseniz gidin, karşınıza “kontrol altında tutulmak” istenen bireyler çıkacaktır. Kontrol ve yönlendirme, mevcut düzenin en büyük silahlarıdır. Uzun yıllar boyunca işler bu şekilde yürümüş ve tüm dünyayı kuşatmıştır.
Ancak gelin ve görün ki, bazı taşlar artık yerinden oynamaktadır. Yeni dünya düzeninin kaynağını oluşturan batı sistemi artık bir kırılma noktasının eşiğindedir.
Meselenin sosyolojik tarafını bir kenara koyup, siyasi ve ekonomik yüzüne değinecek olursak, sistemin neden kırılma noktasına geldiğini daha iyi anlayabiliriz.
Avrupa Birliği ülkelerinin içinde bulunduğu ekonomik çalkantı herkes tarafından biliniyor. Yunanistan’ı iflasın eşiğine getiren ekonomik darboğaz; İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerinde başını ağrıtıyor. Birliğin lokomotifi durumunda olan Almanya ve Fransa ise bütünlüğü sağlama ve kırılmayı durdurabilme telaşındalar. “Euro bölgesi ülkeleri” olarak adlandırılan coğrafyanın genelinde ekonomik problemler hâkim. Avrupa’nın lokomotifi olduğunu bildiğimiz Almanya ve Fransa’nın içinde dahi ciddi problemler yaşanmakta, İngiltere ise çoktan tehlikeli suların eşiğine geldi bile. Sistemin can damarı olan ABD ise içinde bulunduğumuz günlerde, “Amerikan baharı” olarak adlandırılan kitle gösterileri ile çalkalanıyor. Peki, batı ekonomisi ve sistemini bu derece zora sokan etkenler neler olabilir? Pek çok cevap, sanırım bu sorunun içeriğinde ve arka planında yanıt bulabilir.
Kapitalizmi ve onun ürünü olan emperyalizmi, ayakta tutan kavram tüketimdir. Hammaddeye dayalı üretim neticesinde açığa çıkan ürünler, tüm dünyaya pazarlanır ve alıcılar ile buluşturulur. Dünya genelindeki; devletler, toplumlar ve bireyler ise açığa çıkan ürünleri tüketmesi konusunda motive edilir ve yönlendirilir. Ya da, üretilmiş ürünün tüketilmesini gerektiren ortam yaratılır. Bir diğer ifade ile tüm dünya bir “pazar” haline getirilir. Askeri sanayiden, uluslar arası bankacılık sektörüne kadar her şey, bu kavram üzerine inşa edilmiştir. Bu düzeni anlayabilmek için, onu yaratan şartları ve ortamı hazırlayan altyapıya, yani “sanayi devrimi” olarak bilinen sürecin getirdiklerine biraz göz atmak gerekir.
İnsanlığın gidişatında ciddi bir kırılma yaratan sanayi devrimi, iş gücü ve hammadde ihtiyacını da beraberinde getirmişti. Sanayi devriminin başladığı ve yükseldiği dönemlerde, ucuz iş gücü batı toplumlarının kendi içinde dahi bulunabiliyordu. Ancak gerekli olan hammadde ihtiyacı, emperyalist ve saldırgan politikaları tetikliyor, hammadde bolluğu içinde olan coğrafyaları birer hedef haline getiriyordu. Sanayi devriminden günümüze kadar var olan zaman aralığı içinde gerçekleşmiş savaş ve çatışmaların esas sebebi, enerji ve hammadde içeren coğrafyaları kontrol altında tutabilme isteğidir. Çünkü hammadde daha çok üretim demektir. Daha çok üretim, daha fazla alıcı ve pazar sunar. Daha çok alıcı ise daha fazla kazanç anlamına gelir. Kazanç, daha fazla güçlenme isteğini tetikler ve rekabet ortamı yaratır. Rekabet ise çatışma ortamını beraberinde getirir. Sözün kısası, zincirleme bir reaksiyon meydana gelir ve tüm dinamikleri buna göre şekillendirir.
Savaşla sınırların değiştirilebildiği 2. Dünya Savaşı sonlarına kadar, hammadde ihtiyacı savaş ve işgal yolu ile kazanılıyor, çıkarlar doğrultusunda güçlü ülkeler dünyayı kendi aralarında paylaşıyor veya çatışıyordu. 2. Dünya Savaşının yarattığı muazzam yıkım sonucunda, uluslar arası bazı kurallar ve kısıtlamalar devreye sokuldu. Günümüzde, savaş ve işgal yolu ile toprak kazanmak uluslar arası kanunlar tarafından yasaklanmış olsa da, bu durum emperyalist faaliyetler için bir engel değildi ve farklı yöntemler geliştirilmesine engel olamazdı. Daha sonraki dönemlerde, ekonomik ve psikolojik işgal politikaları devreye sokuldu. Silah kullanmadan ülkeleri zapt etme yöntemleri geliştirildi. Silah kullanımının zorunlu olduğu durumlarda ise ülkelere “demokrasi getirme” bahaneleri kullanıldı. Hegemonya ve sömürü için “renkli devrimler”, “suni düşmanlar” ve “sahte baharlar” yaratıldı. Kapitalizm durmadı ve yeni taktikler geliştirerek yoluna devam etti. Fakat kimi dönemlerde kısır döngü içine giren sistem, içinde bulunduğumuz günlerde, artık alenen kendini tüketmeye başladığının sinyallerini veriyor. Batı sistemi kendi yarattığı kara deliğin içine yavaşça gömülüyor.
Batı ülkelerinin önündeki en büyük engel, enerji ve hammadde alanlarını kontrol altında tutma zorluğu dışında, ucuz işgücü bulma konusunda yaşadığı sıkıntılardır. Gittikçe yaşlanan nüfusun üretim potansiyelinin düşmesi, ucuz iş gücü açısından bir cennet durumunda olan Asya ve Uzakdoğu ülkeleri karşısında kan kaybetmelerine sebep olmaktadır. Geçmişte ucuz iş gücünü, ülkelerine çektikleri göçmen ve işçiler vasıtasıyla veya sömürdükleri ülkelerin iş gücü kaynaklarını acımasızca kullanma yolu ile sağlamışlardı. Ancak içinde bulunduğumuz günler batı ülkelerine, beklentilerinin karşılanması konusunda, Asya ülkeleri kadar avantaj sağlamıyor. Özellikle bazı Asya ülkeleri; yoğun ve genç nüfusları sayesinde edindikleri iş gücü potansiyelini, üretim potansiyeline dönüştürerek büyük adım atma yolundalar. Asya kıtasının genelindeki ucuz iş gücü potansiyeli, pek çok batılı şirketi üretim konusunda kendine çekerken, batı ülkeleri ciddi anlamda işsizlikle yüzleşmek zorunda kalıyor. Artan ekonomik gerilim ve güvensizlik ortamı, ülke ekonomilerini daha fazla uçurumun eşiğine itiyor.
Ekonomik sıkıntıların ve arayışların, devletleri ve toplumları daha saldırgan hale getirdiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu durumu günümüzde de gözlemlemekteyiz. Batı ekonomilerinin, Rusya’nın muazzam hammadde, Çin’in ise muazzam iş gücü potansiyeli karşısında gerilediği ve gün geçtikçe saldırganlaştığı görülebiliyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaratılmış olan “Arap baharı” dalgasının, bölge coğrafyasını sisteme biraz daha açma isteği olduğu, artık akılcı bir yaklaşımdır. Ortadoğu ve Arap ülkelerinde ki yönetim biçimleriyle, batı ülkelerinin birden bire ilgilenir duruma gelmesi ve yönetimlerin devrilmesi konusunda askeri güç kullanmaları, durumun daha iyi açıklanması konusunda birer örnektir. Orta Asya ve Kafkaslardaki, gizli enerji çatışmalarının son yıllarda Rusya lehine sonuçlanması, Amerika Birleşik Devletleri’ni ve Avrupa ülkelerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarına daha fazla nüfuz etme ihtiyacına itmiş olabilir. Başarılı geçen Tunus, Mısır ve Libya operasyonlarından sonra, sıranın artık Suriye’de olduğu görülebiliyor. Ancak Suriye yönetiminin direnmesi ve Rusya-Çin-İran üçlüsünü arkasına alması, olayları biraz karmaşık hale getiriyor. İlerleyen günler, özellikle Rusya ve İran’ın politik ve askeri yönden sıkıştırılmak istendiği günleri de beraberinde getirebilir.
Ekonomik darboğaz ve sıkıntılar; sadece devlet politikalarını değil, toplumların kendi içeriğini de etkiler ve marjinalleşmesine yol açar. Ekonomik sorunların ve sosyal adaletsizliğin yükseldiği ülkelerde, toplum huzursuzlaşacak ve saldırganlaşacaktır. Gerek Avrupa ülkelerinde, gerekse ABD’de bu tespiti gözlemleyebiliriz. Ekonomik buhranlar; büyük toplumsal kırılmaları ve “aşırı” devlet politikalarını da beraberinde getirir. Ekonomik sıkıntıların yaşandığı toplumlarda; kitle gösterileri ve politik huzursuzluk ortamı artacak, siyasi görüşler radikalleşecektir. Radikal sol ve milliyetçi akımlar, karşılıklı olarak yükselecektir. Toplum içindeki göçmenlere ve yabancılara karşı olan düşmanlık artış gösterecektir. Toplumlar bir yandan kırılma eşiğine sürüklenirken, ülke yönetimleri ise açıklarını kapatabilmek için yeni kazanç sahaları bulmaya çalışacak ve gerektiğinde bunun için çatışmaktan kaçınmayacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri, büyük ölçüde kaynaklarını tüketmiş durumda. Yarattıkları devasa tüketim canavarını beslemekte ciddi anlamda zorlanmaktalar. Canavarlarına yeni besin kaynakları bulmak zorunda olduklarını biliyorlar ve stratejilerini bu gerçeklik üzerine kurgulamaya çalışmaktalar. Toplumları ise artan işsizlik ve uçurum noktasına gelmiş gelir adaletsizliği neticesinde, her geçen gün daha da zora düşüyor.
Başta Rusya ve Çin olmak üzere, Asya ülkelerinin yeniden yükseliş eğiliminde olması, uzun vadede batı ekonomisi için bir tehdit olarak algılanabilir. Güç dengelerinin eşitlenmesi durumunda ise, küresel çatışma senaryoları yeniden gündeme gelecektir. Avrupa Birliği’nin uzun vadede, ayakta kalabilme ihtimali her geçen gün zayıflıyor. Batı sistemindeki ilk büyük kırılma, Avrupa içinde yaşanacaktır. Takviye olmaları niyetiyle birliğe alınan zayıf ülkeler dışlanacak, birliğin çekirdeğini oluşturan ülkeler, birlikten ziyade kendi çıkarlarını düşünmeye başlayacaktır. ABD’de ise, artan sosyal sıkıntılar ve gelir adaletsizlikleri neticesinde, toplumsal hareketler artış gösterecek ve Amerika’nın pek çok politikasını zora sokacaktır. Finansal sistem ve çok uluslu şirketler tarafından sömürülmüş Amerikan toplumu, ilerleyen günlerde daha fazla ses getirecek eylemlere imza atabilir. Mikro milliyetçilik ile birleşen ekonomik problemler, ABD’yi kendi içinde dahi parçalanma noktasına getirebilir. Ancak tüm bu gelişmeler, batan gemilerini kurtarmak isteyenlerin, uluslar arası saldırganlığını azaltmayacaktır.
Önümüzdeki günlerin ciddi gelişmelere gebe olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Doğu güçlenirken batı zayıflıyor, toplumlar gün geçtikçe geriliyor. Asıl büyük kırılma güçler eşitlendiğinde yaşanacak. Bu tür gelişmelerin, 2 adet dünya savaşı yarattığını unutmamalıyız. Ekonomik kırılmalar, sistemi zorlar ve kaos ortamını beraberinde getirir. Kaos ise yeni dengeler kurulana kadar, tüm dinamiklerle çatışır ve ortaya yeni güç dengeleri çıkar. Batı sisteminin çöküşü, şimdilik Theodore Kaczynski’nin öngördüğü şekilde olmayacak olsa da, sonun başlangıcı yakınmış gibi gözüküyor. Fakat bizim için asıl önemli olan soru, Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin bu gelişmelerin tam olarak neresinde olduğu. Bu sorunun cevabı bizim için daha büyük önem taşıyor.