Dr. Alper Sezener
Dr. Alper Sezener
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yakıcı Gerçek: İklim Krizi

Yakıcı Gerçek: İklim Krizi

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kaynak, Dr. Alper Sezener’in “Yakıcı Gerçek: İklim Krizi” adlı eserinden alınan alıntılar ve David Attenborough: Gezegenimizden Bir Yaşam belgeseline dair bir film önerisi sunmaktadır. Sezener’in metni, iklim krizinin artık soyut bir tehdit olmaktan çıkıp somut ve gündelik bir gerçekliğe dönüştüğünü iddia etmektedir. Yazar, bu krizin sadece ekolojik değil, aynı zamanda etik, ekonomik ve politik bir çöküşü temsil ettiğini vurgulamakta, küresel zirvelerdeki “karbon azaltımı” gibi terimlerin sermayeyi yeniden biçimlendirmekten öteye gidemediğini öne sürmektedir. Çözümün bireysel davranışlardan ziyade yapısal değişim ve politik cesaret gerektirdiğini belirten metin, dünyanın en zengin %10’unun emisyonların yarısını üretmesiyle ortaya çıkan ekolojik adaletsizliğe dikkat çekmektedir. Film önerisi ise Attenborough’un belgeselinin, ekosistem çöküşünü kişisel bir tanıklıkla sunarak, iklim krizinin duygusal ve etik boyutunu vurguladığını belirtmektedir.

 

Artık gökyüzü bize yalan söylemiyor.

Bulutlar yanık kokuyor, rüzgârın dili değişti. Her nefesimiz, sanki bir laboratuvar deneyinin parçasıymışız gibi, ölçülüyor, hesaplanıyor, kaydediliyor.

Soyutluk bitti.

Küresel krizin haritası, artık sıcak hava dalgalarının, sellerin, yangınların kuraklıkların renkleriyle çiziliyor.

Bir zamanlar “geleceğin felaketi” diye konuştuğumuz şey, şimdi gündelik bir hava durumu bülteni kadar sıradan. Yıl bazlı istatistikleri değil, o istatistiklerin ardında yatan sitemler asıl kayda değer olan.

Yakın bir örnek: Amerika’nın resmi iklim ve okyanus yönetimi (NOAA), NASA ve Avrupa’nın iklim değişikliği izleme servisi olan Copernicus, 2024 yılında küresel yüzey sıcaklığının, 20. yüzyıl ortalamasından 1,29°C üstünde olduğunu, 1850-2024 döneminde kaydedilen en yüksek sıcaklık olduğunu kayıt altına aldı; her şey bir yana köydeki yaşlı kadın, gölgesiz kalmış ağacına bakıp sadece şunu söylüyor: “Toprak ölmeye başladı.”

Türkiye bu hikâyenin küçük bir parçası gibi görünüyor, ama aslında aynası.

Yılda binin üzerinde aşırı hava olayı, mevsimlerin takvime sığmayan dansı, yanan ormanlar, kuruyan barajlar, erken gelen yazlar, geç gelen yağmurlar… Bütün bunlar, bilimin öngörüsünden çok daha derin bir şeye, yani insanın doğayla kurduğu ilişki biçiminin çürümesine işaret ediyor.

Artık hiçbir şey “olağan dışı” değil. Çünkü olağan olanın kendisi yapı sökümüne uğradı.

Dahası, ironik olan şu: Bu yıkım, ortak bir sorumluluğun değil, dağılmış bir umursamazlığın ürünü.

Küresel karar masalarında konuşulan “karbon azaltımı”, “yeşil büyüme” ya da “enerji dönüşümü” gibi terimler, dünyayı kurtarmaktan çok, sermayeyi yeniden biçimlendirmenin diplomatik yolları gibi duruyor. Gerçek şu ki, kriz sadece ekolojik değil; etik, ekonomik ve politik bir iflas da söz konusu.

Bizi kurtaracak olan yeni bir teknoloji değil, yeni bir bilinç biçimi, belki de yeni bir vicdan türü.

Fakat, ne yazık ki, vicdan da ısınıyor, kuruyor, çatlıyor ve gökyüzü hâlâ yanmaya devam ediyor.

Bir maskeli balo bu.

Küresel iklim zirveleri, beyaz masalarda servis edilen organik kahveler, “sürdürülebilirlik” sözcüğünün her cümlede kullanılması, hepsi bir temsilden ibaret. Sorumluluk, bu baloda maskelerden biridir; takılır, konuşulur, alkışlanır, sonra salondan çıkarken unutulur.

Dünya yanarken bile diplomasi soğukkanlı kalmayı başarır.

İklim Değişikliği Hakkında Hükümetlerarası Panel  (IPCC) raporları uyarır, akademiler yazar, aktivistler haykırır; ama sistem kulaklarını pamukla tıkamıştır. Çünkü petrol hâlâ para, kömür hâlâ güç, beton hâlâ ilerleme demektir.

Bu çelişkinin adı: yapısal sessizlik.

Devletler “yeşil dönüşüm” derken, aynı anda yeni maden ruhsatları verir; şirketler “karbon nötr” logolarını bastırırken, atmosferdeki kirin yarısını üretir.

Buna herkesin konuştuğu ama kimsenin taşımadığı o sözde sorumluluğun parodisi diyelim.

Ve işin en tuhaf tarafı şu: Dünyanın en zengin %10’u, toplam sera gazı emisyonunun yarısını üretirken; kalan milyarlar, bu yangının dumanını soluyor.

Afrika’da toprak çatlıyor, Asya’da nehirler kuruyor, Güney Amerika’da ormanlar yok oluyor; ama faturayı ödeyen hep aynı kesim, yani krize neden olmayanlar.

Bu eşitsizlik artık sadece ekonomik değil, ekolojik bir soykırım biçimine dönüşüyor.

Yani doğa bile sınıfsal hale geldi.

Türkiye bu tabloda nereye düşüyor?

İki uç arasında gidip gelen sanayileşmenin hırsı ile doğanın sabrının ortasında bir ülke konumunda.

Kentlerde beton yükseliyor, köylerde insan azalıyor.

Artık bir felaketin ortasında yaşıyoruz, sadece adını koymak istemiyoruz.

Sorumluluk paylaştırılamaz.

Çünkü sistemin çarkları hâlâ aynı dişlilerle dönüyor.

Fosil yakıt şirketleri, karbon pazarlarını bir borsa oyununa çevirdi. “Net sıfır” artık bilimsel bir terim değil, bir halkla ilişkiler sloganı.

Siyasi iradeler, küresel finansın elinden tutup “iklim dostu büyüme” tiyatrosunu sahnelemeye devam ediyor.

Ama doğa, o tiyatroya seyirci değil; sahneyi yavaş yavaş yutuyor.

Belki de asıl kriz, iklimin değil insanın kendi hakikatinden kopuşunun krizidir.

Ve bu kopuş, hiçbir karbon kredisiyle telafi edilemez.

Bazı sabahlar, hava hâlâ masum görünür.

Gökyüzü mavi, kuşlar sessiz, şehir uykudadır. Ama dikkatle bakarsan fark edersin: bu sessizlik, bir bekleyiştir.

Toprak, ağrıyan bir beden gibi nefes alıyor; deniz, tuzla karışmış bir sızı gibi kabarıyor. Her şeyin yüzeyinde bir gerilim var; sanki dünya, içimizde bastırdığımız bir gerçeği dile getirmek üzere.

Evet, iklim değişikliği artık soyut değil.

Ama belki de asıl soyut olan biziz: yaşamın gerçekliğiyle bağını yitirmiş bir tür.

Kendimizi doğadan ayrı sanıyoruz, oysa biz onun hatasıyız. Bir dengeyi bozmak için yaratılmış bir tür mühendislik yanılgısı…

Şimdi doğa, kendi hatasını düzeltmeye çalışıyor.

Ne yapmalı?” sorusu, bu çağın yeni ahlak sorusu.

Cevabı bireysel davranışlarda aramak, plastik pipetler, geri dönüşüm kutuları, elektrikli arabalar vb., bir tür vicdan estetiği, evet. Ama çözüm, bireyin değil, yapının içinde.

İnsanı tüketmeye zorlayan ekonomik sistem, “dönüşüm” kelimesini de tüketime dahil etti. Artık sürdürülebilirlik bile bir reklam müziği.

Gerçek dönüşüm, politik cesaret gerektiriyor. Büyüme ideolojisinden vazgeçmek, üretimi kutsal sayan zihniyeti sorgulamak, “ilerleme” denilen mitin içini boşaltmak…

Yani kendi uygarlığımızla yüzleşmek.

Türkiye gibi kırılgan ülkeler için bu yüzleşme, aynı zamanda bir varoluş meselesidir.

Kuraklıkla savaşan çiftçi, göç yollarına düşen aile, susuz kalan şehir…

Bunların her biri, iklim değişikliğinin değil, politik körlüğün sonucu.

Eylem planları, stratejiler, ulusal hedefler… Bunlar kâğıt üzerinde kaldıkça, çocukların soluduğu hava, tabeladaki vaatlerden daha kirli kalacak.

Gerçek çözüm, soyut belgelerde değil, somut adalettedir.

Belki de sormamız gereken yeni soru şu: “İklimi mi kurtaracağız, yoksa kendimizi mi?

Açıkçası, birini diğeri olmadan yapamayız.

İklim krizi, aslında insanın kendi gölgesine bakamama krizidir.

Ve biz, o gölgeden kaçtıkça büyüyor.

Sonunda seçim çok basit, ya dönüşeceğiz ya çökeceğiz.

Birincisi zordur, çünkü alışkanlıklarımızla savaşmak demektir.

İkincisi kolayıdır, çünkü sadece beklemeyi gerektirir.

Ama yine de bir ihtimal vardır:

Bir sabah, rüzgâr değişir.

İnsanlık, bir yerde “artık yeter” der.

Ve belki o an, dünya yeniden nefes alır.

***

Bugünkü film önerisi, “David Attenborough: Gezegenimizden Bir Yaşam” (David Attenborough: A Life on Our Planet, 2020) Netflix yapımı bu belgeselde, 94 yaşındaki doğa tarihçisi Sör David Attenborough, bir ömür boyu tanık olduğu dünyanın çöküş hikâyesini anlatıyor. Yönetmenliğini Alastair Fothergill ve Jonathan Hughes’un üstlendiği film, doğanın zenginliğinden çoraklaşan gezegene uzanan bir “tanıklık belgesi” niteliğinde. Attenborough, türlerin yok oluşunu, buzulların eriyişini ve ekosistemlerin çöküşünü yalnızca istatistiklerle değil, kişisel bir vicdan muhasebesiyle aktarıyor. Belgesel, iklim krizinin duygusal ve etik boyutunu vurgularken, hâlâ geri dönüşün mümkün olduğuna dair umutlu bir çağrı yapıyor.

Kısacası, belgesel sadece bir uyarı değil, aynı zamanda insanlığın kendine tuttuğu son ayna işlevi görüyor.

İyi Pazarlar…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.