Sürdürülebilir kalkınma süslü raporlardan ibaret değildir. İnsan hakları, sosyal adalet ve çevresel dengeyi bir arada gözeten bir yaklaşım benimsenmediği sürece, “sürdürülebilirlik” yalnızca bir “pazarlama kavramı” ve ticari söylem olarak kalmaya mahkumdur.
Sürdürülebilirlik, ekonomik büyümeyi merkeze alan, çevresel ve sosyal maliyetleri göz ardı eden doğrusal ekonomik kalkınma modeline bir alternatif olarak geliştirilen sürdürülebilir kalkınma modelinin bir yansımasıdır. Genel olarak insanlığın karşı karşıya olduğu ekonomik, sosyal ve çevresel sorunları çözme umuduyla şekillenen bir kavram olarak 1970’lerden itibaren gündemde yer edinmeye başlamıştır.
Sürdürülebilir kalkınma, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama yeteneğini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılayan kalkınmadır. Ekonomik büyümeyi, çevre korumayı ve sosyal eşitliği dengeleyen bütünsel bir yaklaşımı kapsar.
Önemi, uzun vadeli refahı sağlamada, ekosistemleri korumada, sosyal adaleti teşvik etmede, inovasyonu yönlendirmede, ticari rekabet gücünü artırmada ve dayanıklılık oluşturmada yatmaktadır. Dolayısıyla, sürdürülebilirlik kısa vadeli kazanımlardan ekonomik, çevresel ve sosyal sistemlerin birbirine bağlılığını göz önünde bulunduran uzun vadeli bir bakış açısına geçişi gerektirir.
Peki mevcut durum tam anlamıyla bu hedefleri karşılıyor mu?
Ne yazık ki hayır. Günümüzde bu kavram, binlerce sayfa anlatıya, çoğunlukla kopyala-yapıştır raporlamalara, retorik standartlara ve ekonomik metriklere indirgenmiş bir ticari araç haline gelmiş gibi görünüyor.
Özetle, Birleşmiş Milletler’in (BM) 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA), adil ve kapsayıcı bir dünya hayal ederken, gerçekler bu hedeflerin büyük bir kısmında yetersiz ilerleme olduğunu gösteriyor.
Gerçek Tablo
Dünya Bankası verilerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık %10’u, yani 700 milyondan fazla insan, günde 2,15 doların altında bir gelirle yaşam mücadelesi veriyor. Öte yandan, Oxfam’ın 2024 raporu, en zengin %1’lik kesimin, küresel servetin %46’sını elinde bulundurduğunu ortaya koyuyor. Bu eşitsizlik yalnızca ekonomik değil; sosyal adaletsizlik, ayrımcılık ve temel insan haklarının ihlali olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya genelinde çatışmalar ve savaşlar, sürdürülebilir kalkınmanın önündeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor. 2024 itibarıyla, Ukrayna’dan Gazze’ye, Sudan’dan Yemen’e kadar milyonlarca insan yerinden edilmiş durumda. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) göre, zorla yerinden edilen insan sayısı 114 milyona ulaşarak tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktı. Bu krizler, SKA’nın barış ve adalet hedefine büyük bir darbe vuruyor.
Kadınlar, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerden orantısız şekilde etkileniyor. UN Women’ın 2023 verilerine göre, dünya çapında kadınların %27’si hayatlarında en az bir kez fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmış. Ayrıca, cinsiyete dayalı ücret farkı hala %20 seviyelerinde. Bu durum, toplumsal cinsiyet eşitliği (Hedef 5) ve insan onuruna yakışır çalışma koşulları açısından ciddi bir başarısızlık örneği.
Afrika kıtasında temiz su ve gıdaya erişim krizi derinleşiyor. UNICEF’in verilerine göre, Sahra Altı Afrika’da 400 milyondan fazla insanın temiz suya erişimi yok. Dünya Gıda Programı (WFP) ise Afrika’da her üç kişiden birinin yetersiz beslendiğini belirtiyor. Bu durum, yoksullukla mücadele, açlığı sona erdirme ve sağlıklı yaşamı destekleme amaçlarının ne kadar uzağında olduğumuzu gözler önüne seriyor.
Şirketler ve Tüketim Odaklı Sürdürülebilirlik
Bu net tablo karşısında yenilenebilir enerji, enerji tasarrufu, yeşil ekonomi, karbon vergisi mekanizması yoluyla sera gazı emisyonlarının azaltılması ve istihdam, çalışma koşulları ya da toplumsal katkılar gibi konuları öne çıkaran sürdürülebilirlik raporları, genellikle şirketlerin ekosisteme ve topluma olan etkilerini değil, yatırımcılarını memnun etmek için gösterişli tablolar hazırlamayı hedefliyor.
2024’te yapılan bir Harvard araştırması, şirketlerin %70’inin sürdürülebilirlik raporlarında ölçülebilir bir etki ortaya koyamadığını belirtiyor. Şirketlerin çoğu, gerçek bir dönüşüm yerine “yeşil aklama” (greenwashing) stratejileriyle durumu idare ediyor.
Ne Yapmalı?
Bu gidişatı değiştirmek için sürdürülebilirlik kavramını ekonomik ve kurumsal çerçeveden çıkarıp, insan ve çevre odaklı bir bakış açısına taşımamız gerekiyor.
Yapılması gerekenler oldukça net:
- Hükümetler ve uluslararası kuruluşlar, şirketlerin sürdürülebilirlik taahhütlerini gerçek anlamda yerine getirmesi için daha katı düzenlemeler ve denetimler uygulamalı,
- Sivil toplum ve bireyler, şirketlerin yanıltıcı sürdürülebilirlik stratejilerine karşı daha bilinçli olmalı ve hesap sorabilmeli,
- Küresel servet eşitsizliğini azaltmaya yönelik yeniden dağıtım politikaları devreye sokulmalı,
- Afrika başta olmak üzere su, gıda ve temel ihtiyaçlara erişimde yaşanan zorlukları çözmek için daha büyük kaynaklar seferber edilmeli.
Sözün kısası, sürdürülebilir kalkınma süslü raporlardan ibaret değildir. İnsan hakları, sosyal adalet ve çevresel dengeyi bir arada gözeten bir yaklaşım benimsenmediği sürece, “sürdürülebilirlik” yalnızca bir “pazarlama kavramı” ve ticari söylem olarak kalmaya mahkumdur.