Barışı kime saklıyoruz, mahşere mi? Bu dünyada barışamayan, barış yapamayan, barışı tesis edemeyen, barış için olumlu adımlar atamayanlar… Ey mahşer! Biz aslında barışacaktık, madem dünyada olmadı, gel barışalım artık mı diyecekler? Barış bu dünyada hallolmalı. Mahşere kalmamalı…Mahşer demek, barışı daha çok beklersin demek… Yol yakınken…Aklımız başındayken…Hele ki, insan ölümlüyken… Bu dünyadan ayrılış saatinin ne zaman olacağı hiç ama hiç bilinmiyorken… Barış yapmak elimizdeyken…Barışalım artık… Barışmak zor mu? Değil elbet… Yeter ki, mahşere kalmasın, bırakılmasın…
Sezen Aksu, “İki gözüm” şarkısında diyor ki, “Yok mu senin insafın yok mu? / Bir güler yüzün çok mu? / Dağ mısın taş mısın?”
“İki gözüm seneler geçiyor / Gönül ektiğini biçiyor / Bir selam lütfet bu ne çok hasret / Gel barışalım artık”
Şarkıya damgasını vuran çağrı, “Gel barışalım artık” ekseninde sözlere sahip. İnsanlar dünyanın her köşesinde barışa hasret. Ve bu hasret hiç dinmedi dindirilemedi. Savaş denen bela için tek bir panzehir var. Adı barış. Lakin o panzehir binlerce yıldır savaşanların, insafsızların, vicdansızların ve merhametsizlerin elinde.
Barışamayanların anlamı olmayan inatları ve ısrarları, barışı derinden yaralayan, umutsuzluğa sevk eden zamanlara işaret ediyor. Barışı ötelemek ise insanlığa ve insan olmaya ihanet etmekle eşdeğer.
Barış yaşlı dünyamıza hayat öpücüğü veren kavramların en başında…
Barış savaşların sonu, barış ateşkes, barış göz yaşlarının dinmesi, barış çocukların hayata dönmesi, barış kan gölüne dönen coğrafyaların sükuna ermesi…
*****
Barış kadar, barış yapmak kadar, barışmak kadar güzel bir şey yok bu dünyada. Lakin, barış bize Kaf dağı kadar uzak…Barış, çocuklarımıza koyduğumuz isimden öteye gidemiyor.
Küstüğü dağın odununu kesmeyenlere dönmüşüz haberimiz yok. Barış denen kelimeyi duymak istemiyorum diyen, barış karşıtları, en son ne zaman aynaya baktılar acaba?
Aynaya baksalardı, gördükleri yüzün kendi yüzleri olmadığını görecekler, sevgiyi ve sevmeyi nasıl unuttuklarının farkına varacaklardı.
Barış güvercinleriyle de barışı temsil eden zeytin dallarıyla da aralarının neden bir türlü iyi olamadığını da…Barışla açacak çiçeklere, tebessümlere, gülücüklere, oh diye derin bir nefes almaya dahi neden karşı olduklarını da…
Mesele aynaya bakamama meselesi…Oysa barış, bir ayna uzaklığında…Yakın olmak da uzak durmak da elimizde…
*****
Barışı kime saklıyoruz, mahşere mi?
Bu dünyada barışamayan, barış yapamayan, barışı tesis edemeyen, barış için olumlu adımlar atamayanlar…
Ey mahşer! Biz aslında barışacaktık, madem dünyada olmadı, gel barışalım artık mı diyecekler?
Barış bu dünyada hallolmalı. Mahşere kalmamalı…Mahşer demek, barışı daha çok beklersin demek…
Yol yakınken…Aklımız başındayken…Hele ki, insan ölümlüyken…
Bu dünyadan ayrılış saatinin ne zaman olacağı hiç ama hiç bilinmiyorken…
Barış yapmak elimizdeyken…Barışalım artık…
Barışmak zor mu?
Değil elbet…
Yeter ki, mahşere kalmasın, bırakılmasın…
*****
Bu dünyada barışmak diye bir şey yok mu?
Var amma diye başlayan cümleler yarım yamalak…
Barışmaya gönlü olan, çıksın ortaya, barışmak isteyen benim desin!
Der mi?
Keşke deseydi, keşke deselerdi…Bombalar yağmadan, masumlar ve günahsızlar ölmeden, iş işten geçmeden gel barışalım artık denebilseydi…O kadar güzel olurdu ki…
Bugün, barış havarilerinin yaptığı şey keşke kelimesini, eğip bükerek söylemekten öteye gidemiyor.
Barış gezer dilimizde, eğlenmez yanımızda, yöremizde…Konuşmak diye, sulh olmak diye, el ele verme yolunda adımlar atmak diye bir yığın kelime var, kavram var elimizde…
Beklemeyin artık, “yapın bi güzellik” diye bekliyor millet…Bekliyor cümle insanlık…
İşin, “bi güzellik yapma” faslına gelebilsek, inanın ortalık güzellikten geçilmeyecek, geçilmesine de keşke oralara kadar gelinebilseydi…
*****
Kinlenmekten, küs durmaktan, atıp-tutmaktan, lafları savurmaktan, tartışmaktan, hasetlikten, fesatlıktan ve kıskançlıktan ne kazandık?
Tahrikler, dolduruşlar, gaza gelmeler sonucunda yaşadığımız aldanmalar, yanılgılar, yanlışlar sonucunda ne oldu?
Ne yaptıysak kendimize ettik…Bir olmayı, birlikte hareket etmeyi ıskaladık…
Yaşadığımız ne mi?
Çevre felaketi…
Çevremizi saran, kuşatan, sürekli kışkırtan ayrık otları, zehirli sarmaşıklar, kara çalılar, kara dikenlerden oluşan ayak bağlarından kurtulamadık bir türlü…Nefes alamadık…Sağımızı solumuzu, önümüzü, arkamızı dosdoğru yürüdüğümüz yolumuzu göremedik…
*****
Biz öyle bakarkörleriz ki, sanırsınız yaşadığımız dünya Köristan. Barışı hançerleyenlerin, barışa giden yolları kapattıklarını, o yolun üstüne sur misali duvarlar ördüklerini fark edemedik…
Barış dedikçe, “barış diyenin alnını karışlarım, ne barışı, kesin şu yarışı” diyen çığırtkanlar, allameler, akıl daneler, çok bilmişler, sardı son sözü söyleyecek olanların yanını çevresini…
Onlardan kurtulmadan barış da olmaz, barışılmaz da diyenler ne o çemberi kırabildiler ne de aşabildiler…
Ne mi olmalı? Ne mi yapılmalı?
Yeni bir beyaz sayfa açmak oldukça önemli…
Nasıl olacak bu iş?
Fırsatçılar doludizgin…Yalancılar, yalanı doğru gibi söyleme konusunda zirve yaptı…Talancılar, şimdi de gönülleri talan etmeye başladı. Yağcıların yağı o denli makbul ki, yağ çekilenlerin hakikatlerle yüzleşmesi de neredeyse mahşere kaldı.
Açıkgözlerin gözü dahada açıldı, aldıkları yol, insanların gözlerini hayretten faltaşı gibi açtı.
Barış mı? Olacak inşallah! Olacak da biraz zamana ihtiyaç var!
O zaman, ne zaman? Mahşere kadar yolu var demeseler de herkes anlayacağını anladı…
*****
Açlık ve yoksulluk sınırlarının altında olanlara çok eskiden beri Deli Bekir demişler.
Deli Bekir’in hali ahvali fecaat…
Kim mi Deli Bekir?
Sen, ben, öteki, beriki hasılı hepimiz…İki yakasını da fakirlik ve yoksulluktan kurtaramayanlar…Yakası paramparça edilenler…İki yakaları bir araya gelmeyenler…Yırtılan olsa olsa onların yakasıdır denilenler…
Benim milletim, benim insanlarım her şeye layık değil mi?
Hak etmiyor mu, barışı, hak etmiyor mu huzur içinde muhannete muhtaç olmadan yaşamayı?
Hani nerde kaldı paylaşmak, hani bölüşmek? Hani insanları mutlu etmek, hani yüzlerini güldürmek? Hani diye başlayan kelam, pek çok, lakin cevabı yok!
Sekiz yüz yıl önce adeta bu günleri anlatmış Hz. Mevlâna… Ne mi diyor?
“Sevgide güneş gibi ol. Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol. Hataları örtmede gece gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Her ne olursan ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!”