Derdi dünya olanın doyacağı yoktur. Ne fikir, ne söz, ne hayat mazbut. Bu kâğıttan heykellerin bir rüzgârda uçup gideceğini söylemek niçin yanlış olsun! Tarih bin bir örnekle dolu. “Hayla gelen huyla gider!” Gider de bize olan olur. Oldu, oluyor. Hayatımız sahteliklerle doldu. Gerçekle, doğruyla, iyiyle, güzelle aramızı açmalarına seyirci kaldık.
Kamplaşma bu toplumda yeni değil. Medrese ve tekke öteden beri iki ayrı anlayıştır. O ayrışma derindir ve toplum her zaman eski Türk inanışının renklerini taşıyan tasavvufa itibar eder. Hâkim düşünce ve hayat rengi odur.
Edebiyatımızda derin izlerini göreceğimiz bu hayat görüşü farklılığı, son asırlardan itibaren yeni bir çehreye büründü. Üçüncü Selim devrinden başlayan ve dozu gittikçe artan bir ayrışma var. Başlangıçta, benimsediğimiz yeni dünya rejimine itiraz eden kitlelerle devlet ve aydınlar arasında bir ayrışmaydı. Tepkiler, “Biz nasıl gâvuru örnek alırız?” cümlesinde özetlenebilirdi. Halkın büyük ekseriyeti de bu duygudaydı. Fakat devlete karşı bir tavra dönüştürmeden bu gurur kırıcı hissettikleri tercihe karşı çıktılar. 2. Mahmud gibi büyük bir devlet adamına “Gâvur Padişah” denmesi bu süreçtedir.
Ayrışmanın “mutasyon”u
Yeni anlayışa, Batılılaşma, Yenileşme, çağdaşlaşma gibi adlar vermiştik. 3. Selim diyoruz ya, daha öncesi var. Karlofça(1699)’dan sonra Râmî Mehmed Paşa, yazdığı raporla değişmek gerektiğine işaret eden ilk devlet adamıdır (İstanbul’da Rami semti onun adını taşır). Sonra, Kemal Derviş’in büyük dedesi Halil Hamîd Paşa(1736-1785)’nın sadrazam(Başbakan)ken padişah 1. Abdülhamid’e değişme ihtiyacını kesin bir dille ifade etmesi gelir. Devlet hayatında özeleştiri ve arayışın, dünyanın gidişini anlayışın çarpıcı bir örneğidir. Der ki: “Onlara benzemezsek batarız”. Bu sözün işaret ettiği yenileşme, kısa zaman sonra(1793) 3. Selim’le devlet görüşü hâline gelecektir.
İşte fırtına burada koparılacaktır. Kararla beraber, başta söylediğimiz tepkiler ayyuka çıktı. Türk Mûsikîsi’nin dâhî bestekârı, devlet adamlığında da deha seviyesine yakındı. Devleti tepeden tırnağa yenileyecek reformları hazırladı. Tam başaracakken ihtilâle maruz kaldı ve canıyla ödedi. Kabakçı piyonunu kimlerin desteklediğine bakarsanız, başımıza gelenleri daha iyi anlarsınız.
Dinle ne alakası varsa
Mecbur olduğumuz yeniliğe direniliyordu. Tanzimat’a getirilen aydın tenkitleri gibi olsa konuşulurdu. Hayır, bunlar toptan karşıydılar. “Din elden gidiyor” sloganı her ihtilâlin parolasıydı, bu tepkilerin de dövizi oldu. Saraya, Osmanlı saltanatına karşı duvar ördüler. Dikkatinizi isterim, bu, Osmanlılığa karşı, devlete karşı bir muhalif hareketti. Teknolojiye bile “gâvur icadı”, “şeytan işi” diyerek karşı çıkılıyordu, sonra Batı’dan gelen her şeye. Buralardan geliyoruz.
Karşı çıkanlar arasında örgütlü sayılacak bir kitle, halkın o vakte kadar belli ölçüde saydığı-sevdiği fakat dünya işlerinde itibar etmediği din adamları zümresiydi. Devletin başı her zaman bu zümre ile dertteydi. İhtilallerin tamamında bunlar başı çekmişlerdi. Her türlü karışıklığın arkasında Şeyhülislâmların, müftülerin verdikleri fetva(uygunluk görüşü) vardı.
Yakın tarihi iyi okumalı
Yenileşme adımları, bu zümrenin bulamayacağı, olağanüstü bir fırsattı. Halk kitlelerinin memnuniyetsizliğini kendi taraflarına çekebileceklerdi. Devamlı kaşıdılar. Her tanzim(at)(düzenleme) hareketinde kıyamet kopardılar. O kadar ilerlediler ki Osmanlı Sarayı, bürokrasisi ve aydınları, -çok iyi hatırlatıyorum- enerjilerinin yarıdan fazlasını bunlarla uğraşmaya harcamak zorunda kaldı. Devletin tepesini zorlamaları da o zaman en yüksek seviyeye çıktı. 2. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’yla beraber Bektaşi Tekkeleri’ne de tırpan atması, Doğu’da şekillenen yeni tip Nakşîliğin merkeze doğru ilerlemesine yol açtı. Zayıflama bozulmayı tetikledi, bozulma başlayınca da her taraftan hücumlara göğüs germek zorunda kaldık.
Din derken dünya derdi
Biz, şimdi buzdağını görüyoruz. Derinden kaynamaları konuşmuyoruz. Çıplak görüntü şu: Tarihten bugüne geliş sürecine bir bakın, yeni zamanlarda semboller değişti, faydalananlar da değişti. Tepkileri siyasetin merkezine taşıyan, reaksiyoner, hedefi yapmak değil yaptırmamak olan tavır, kalabalıkları peşine alarak merkeze yerleşti. Her şey kontrol altında görünüyor. Acaba öyle mi?
Evet, devlet aygıtında o Osmanlı’yı uğraştıran muhaliflerin devamcıları var. Artık, en çok para ve imkân da onlarda. Paranın, nereye, nasıl harcanacağı büyük problem. Para durdurmaz. O dar hayatlarını zorlayan dünya şartları içinde bir daha değişmek zorundalar. Onları bekleyen büyük yıkımı belki de bu getirecek. Karşı çıktıkları her şeyi yapar hâle gelecekler. Eleştirdikleri durumları yaşayacaklar. Çocukları, torunları onlar gibi olmayacaklar. Şimdi uyuşturucu ve sair belalara girenlerin çoğalması bu kaçınılmaz değişme sürecinin de kötü gittiğini gösteriyor. Bu apayrı bir konu ve mutlaka incelenmelidir.
Derdi dünya olanın doyacağı yoktur. Ne fikir, ne söz, ne hayat mazbut. Bu kâğıttan heykellerin bir rüzgârda uçup gideceğini söylemek niçin yanlış olsun! Tarih bin bir örnekle dolu. “Hayla gelen huyla gider!” Gider de bize olan olur. Oldu, oluyor. Hayatımız sahteliklerle doldu. Gerçekle, doğruyla, iyiyle, güzelle aramızı açmalarına seyirci kaldık.