Kaybımız, maldan ibaret değil. Sevgili canlardan ibaret değil. Derin bir ahlak çöküşünün sonucunu yaşıyoruz. Yağma ve çalma şenliğinin sonu bu. Üzerimizde organize kötülük tepiniyor. Kamçıladığımız bir sahtelik atına binmiştik. Yönetenlerimiz dün de bugün de başı çektiler. Bu binaları yapanlar ve yaptıranlar aynı çöküşün içindeydi. İçi yananlar düşünecek, soracak ve sorgulayacaklar. Bu gelen, göz göre göre felakettir. Canımızı yakan biziz. Bu deprem böyle bir aynadır. Bakar ve görürsek kurtuluruz.
Türkiye’nin yirmi bir yılında, adım adım çökertilen bir devlet yapısı var. Bunu göreceğiz. Eski Türkiye-Yeni Türkiye ayrımı bu yıkımın tersten ilanıdır. Yıkımı yücelten bir zihniyeti yıllardır seyrediyoruz. Evet seyrediyoruz. Eskiye ait çok değer yıkıldı. “Değer” diyorum, çok beğenmediğimiz o kurum yapıları meğer ne kadar değerliymiş. Yıkıldı ve yeni bir şey kurulamadı. Objektif bir bakışla, dışardan bakarak yapılacak değerlendirmenin hüküm cümlesi budur.
Yıkmak kolay
Mehmed Âkif “Yıkmak, insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?” der. Sorunun cevabı kahırlı bir sızlanışla içindedir. Hayır, vermez. Üstelik genellikle yıkanlar yapamazlar. O değer onlarda yoktur. Yıkıcılığın ana motifi çok zaman sadece yıkıcılıktır. Öfke ve kinle hırçınlaştığı da olur. İyi bir ruhu göstermez. Psikoloji, arızalar için insanların çocukluğuna bakar. Biz, yetişmesine rehberlik eden fikre ve o fikrin davranış kalıplarına odaklanırız. İşte tam buraya, din dedikçe dinden, özden uzağa düşenlerin durumuna bakacağız. Yıkanlar onlar. Belli ki eskinin de yıkıcılara alan açan, hatta davetiye çıkaran arızaları var. O yapı üzerine gelenler, zayıf bir zemin yakaladılar ve yıkabildikleri kadar yıktılar.
Türkiye’nin üniversiteleri, devlet kurumları ve düşünenleri nerede yanlış yaptığımızı anlayacak ve anlatacaklar. Niçin ve nasıl yaptığımızı ortaya koyacak ve yürüdüğümüz yanlış yolu gösterecekler. Yoksa bu gidişle her gelen, yıkıma hizmet eder hale gelebilir. Meselenin bu tarafı çok önemlidir. Cehalet dehşettir. Acımaz. Anlamaz ki acısın. “Benim gücümü görsünler” diyen, sonra yaptığına bakıp “Ben neymişim be!” diyen bu egoizmi kontrolsüz bırakamazsınız.
Cehaletin körüklediği yıkıcılığın bulacağı fırsatın sonucu da Âkif‘in şiirindedir: “Sâde sen gösteriver ‘İşte budur kubbe’ diye/İki ırgatla iner şimdi Süleymâniye” diyor. Örnek müthiş! Yapmaya geldi mi iş değişir. Zorun zorudur. Âkif, Süleymâniye örneği üzerinden onu da söylüyor: “Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhât, o zaman,/Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan!” Yapmak için, bir Kanuni Sultan Süleyman ve onun Baş Mîmârı Sinan lazım demesinin üzerinde durulmalıdır. Mimar Sinan, dünyanın en büyük devletinin en yüksek kültür ve idare gücünden çıktı. O ileri örnekleri bu zavallılıkla bulamamak bir yana, yaptıklarını koruyacak bir ilgi ve sevgiden de yoksun kalmamıza şaşılmaz. Restorasyon diye yaptığımız tamirlerin sefaleti bu yoksunluğu gösteriyor.
Yıkıcılık
Yaşadıklarımız, yapar görünerek yıkmadır: Yapar görünerek yıkma. Yılların düşünme birikimiyle zihnim böyle formüle etti. Bu kavramlaştırmanın tartışılmasını isterim. Bana kalırsa yaşadığımız durumu iyi anlatıyor. Yaparken de yıkanların niçin yapamadıkları konuşulacak bir meseledir. Yapmak, derin bir kültür ister. Tarih derinliği ister. Yaşanan devri bütün incelikleriyle tanımak ister. Bunların üstüne yaratıcılık ister ki kolay bulunmaz. Depremde çok şey gibi bunu da gördüğümüzü sanıyorum. Yıkıcılığın yapıcılığa dönen yüzünden eser olmadığını gördük.
Taşıyıcı kolonları kesilen devletin niçin enkaz altında kaldığı, yıkıcılığın getirdiği yağma düzeniyle ilgili ağır bir mesele halinde önümüzdedir. Şapkamızı önümüze koyarak düşüneceğiz: Bu sonucu biz istedik. Hiç olmayacak bir işe evet dedik. “Her şeyi bana verin”, “Her işi bana bırakın” diyen bir şişkin egoya devleti emanet ettik. Kindar bir anlayışın eline kör kazma‘yı -hem de kontrolsüz şekilde- almasına müsaade ettik. Gördüğümüz, göreceğimiz şudur: Bu şartlar altında iş başında Tayyip Bey değil, kültürlü-donanımlı, devlet nedir bilen, kinle-öfkeyle hareket etmeyen, yapıcı biri bulunsaydı bu yıkımlar olmazdı; fakat bazı olumsuzluklar yine yaşanırdı.
Kurallara karşı hile esas olursa
Türkiye’de, hemen her işte neden hep sahtekârlık düşünüldüğü önemli bir meseledir. Yıkıcılığın ana sebebi budur. Buraya nasıl geldiğimiz önemlidir. Adım adım geldiğimiz yeri, verdiğimiz fırsatları konuşacağız. Sadece inşaatçılar değil, halk da bu sahtekârlığa katıldı. Bu ahlaksızlık ahlak haline geldi. Kimse kusura bakmasın, tepeden tırnağa ahlaksızlığa batmış haldeyiz. Çoğunluk, devlet gücünü de arkasına alarak bir dolandırıcı gibi hareket edince olacaklar belliydi.
İmar Affı denen ahlaksızlığı düşünün: 7 milyon yapı için af başvurusu yapıldı. Adına İmar Barışı dedik. Barış dediğimiz savaştı. Zavallı milleti, donatımsız halde en yıkıcı deprem ordularının önüne sürdük. Sapır sapır döküldük. Depremde yıkılanların kaçta kaçının bu aftan faydalandığını çıkarmak lazımdır. Biz büyük depremin öncüsünü o zaman yaşadık. Kurallara uygun yapılmayan her inşaat veya usule aykırı eklemeler, ne ve nasıl olduğuna bakılmaksızın, oy ve üç kuruş için affedildi. O af denen aslında bir idam fermanıydı, şimdi anladık.
İçine düştüğümüz durum o kadar fecidir ki bu deprem olmasaydı, yine yeni bir İmar Affı gündemdeydi. Çünkü oradan gelecek paraya ve oya yine ihtiyaç vardı. Doğru teşhis edelim: Bu, insan, hayat, değer düşünülmeyen bir iktidar(güç-para) şehvetidir. Sahtekârlığa verilen primin oy getirdiği bir ülke olursanız başınıza bunlar gelir. Düşünebiliyor musunuz? Depremde bu kadar yıkıma, on binlerce can kaybına, milyarlarca dolar zarara yol açan işte bu üç kuruş nemalanması ve oy devşirme kurnazlığıdır ve düpedüz katliamdır. Memleketin nasıl idare edildiğine bakar mısınız?
İdris Yamantürk’ün feryadı
Bir esas mesele var ki yeterince konuşulmuyor: Yirmi bir yıldır inşaat üzerine bir ekonomi yürütüyoruz. Bilenlere göre yanlıştı. Çürüklüğe, yağmaya ardına kadar yol açtı. Daha fenası, inşaat ekonomisi yapıları sağlamlaştırmayı hiç düşünmedi. İşin bu tarafını sonraki yazılarımda değişik açılardan ele alacağım. Bilenler çırpındılar. Türkiye’nin büyük inşaatçılarından rahmetli İdris Yamantürk, -yıllar önce yaptığı tesislerin depremlerde ayakta kaldığını da hatırlatırım-, bizim Millî Düşünce Merkezi’nde 15 Nisan 2015’te verdiği konferansta “Kalkınma sanayi ile olur. İnşaat hazır yer. Atatürk devrinde, o imkânsızlıklar içinde, 15 yılda 45 sanayi tesisi kuruldu. Bu devrin imkânlarına rağmen, 13 yılda bir tesis bile kurmuş değiliz.” dedi. Bu söz, 21 yılın tamamı için de geçerlidir. Yüz yılda biriktirdiğimizi, hazırımızı yedik. Yapar görünerek yıkmanın örneği budur.
İdris Yamantürk, Tayyip Bey dâhil, Vecdi Gönül ve Cemil Çiçek başta hükûmetin her seviyedeki ilgilileriyle görüşen ve görünüşe göre saygı duydukları bir isimdi. Buna rağmen feryadını dinlemediler. Devleti ve dünyayı bilen ilim adamları, siyasetçiler, ekonomistler, kalkınmacılar, aydınlar da yazdılar, konuştular. İmam yine bildiğini okudu ve bugünlere geldik. Görünen köydü diyorum ya, evet görünen köydü.